Toplumsal Travma:Holokostun Gölgesinde / Gece ve Sis

Uzm.Dr. Caner Bingöl
Terapist
Marmara Üniversitesi
Güzel Sanatlar Enstitüsü
Sinema-TV Doktora Programı

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis

‘Kaybedilmiş Sınırlar’

‘’…hiç yara almadan / aynadan geçemezsin
geçemezsin aynadan / hiç yara almadan…’’
                                   Yıldırım Türker
Katolik bir eczacının oğlu olan Resnais 1922 yılında Fransa’nın batısında Vannes’da dünyaya gelir. Savaş yıllarında 1943’te Vichy Hükümeti döneminde açılan Sinema Yüksek Enstitüsü’nde (L’Institut des Hautes Études Cinématographiques) eğitim görür. Resnais, ülkesinin Alman işgali altındaki dönemini yansıtan kısa filmi ‘Guernica’da (1950) Pablo Picasso’nun faşizm karşıtı efsanevi tablosu ‘Guernica’nın ön taslaklarının görüntülerine yer verir.

Resnais sinemada yönetmenin filmin yegâne yaratıcısı olarak kabul edildiği ‘auteur’ kavramına karşı çıkar, müzik, şiir ve diğer sanatları da katarak yaratıcı bir kadro ile çalışmayı tercih eder. Bu prensibini ‘Guernica’, ‘Night and Fog’ ve daha birçok filminde de uygular.

Alain Resnais’nin ‘Night and Fog’ filminde asistanlığını yapan André Heinrich’in 2012’de verdiği söyleşide, yönetmenin bir Yahudi veya siyasi suçlu olmaması sebebiyle izolasyon kamplarında film çekme konusundaki isteksizliğini vurgular. Ancak Yahudi olmadığı halde, Fransız Direniş Hareketi’ndeki yer altı eylemleri nedeniyle tutuklanan ve Mauthausen-Gusen izolasyon kampına gönderilen şair Jean Cayrol (1911-2005) filmin senaryosunu yazmayı kabul edince Resnais bu filmi gerçekleştirmeye karar verir.

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis-----
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis—–

Cayrol’un senaryosunda izolasyon kampları ile ölüm kampları arasındaki farkın göz önüne alınmadığı ve Holokost’un özellikle Yahudiliğin bir trajedisi olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktan kaçınıldığına ilişkin eleştiriler yapılır. 32 dakikalık filmde ‘Yahudi’ sözcüğü, öldürülmüş kurbanların listesindeki “Stern, a Jewish student from Amsterdam” (Stern, Amsterdam’dan bir Yahudi öğrenci) ifadesi ile sadece bir kez telaffuz edilmektedir.

Paul Celan ‘Night and Fog’u Almancaya tercüme etmeyi kabul etmesine, savaş sonrası Almanya’nın baskısına rağmen Fransız Hükümeti, izolasyon kamplarının metaforik ve estetik çağrışımının birçok kişiyi mutsuz edeceği gerekçesi ile 1955’te filmin prömiyerinin Cannes Film Festivali’nde yapılmasını engeller.

Alain Resnais’in temelde hafıza merkezli bir ‘auteur’ olduğunu düşününce bu belgeselin anlamı bir kat daha artmakta. Film aslında sadece soykırımdaki trajediyi anlatmıyor. Filmin açılış ve kapanış sahneleri de dahil olmak üzere renkli şimdiki zaman toplama kamplarını göstermesi asıl önemli olan. Şimdi orada hiçbir şey yok, hafızamız gibi! Orada bir şey yoksa aslında orada hiçbir şey de olmadı gibi! İşte o anda siyah beyaz görüntüler başlıyor. Sabunlar, kasap ve deney merkezi hastaneler, kadın saçından yapılmış kumaşlar, daha zayıf olsalar da filmin deyimiyle 35 kiloluk bedenler, ölüler, kafatasları, gaz odaları! Hepsi hafızamızı tazeleyen görüntüler. Kimsenin üstlenemediği bir sorumluluk! Kimse bunun sorumlusu olacak kadar insanlık dışı değil çünkü! İzlenilenler bir kurgu değil, bir canlandırma değil. Her pikseli gerçek! ‘Sadece normalin dışında gerçekleşmiş bir örnek, bir sapma’ mı bu şiddet, yoksa örnekleri dünyanın muhtelif yerlerinde her gün gözlerden ırak şekilde yinelenen içselleştirilmiş bir olağan durum mu? Yanıtı düşündükçe yüreğimize karabasan oturmuşçasına rahatsız oluyoruz, ama en azından sesimizi sadece kendimize değil çevremize de duyurmak istiyoruz film sayesinde.

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis-
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis-

Film kadar filmin isminin anlamı da önemlidir. Almancası “Nacht und Nebel”dir (Gece ve Sis) ama Nazilerin yok edilmesi planlanan ve imha edilmesi gereken her şeyin toparlanması işlemlerini imâ etmek için kullandığı “n.n.” kod adı büyük bir ihtimalle Latince “Notetur Nomen” ya da “Nomen Nescio”den esinlenmiştir: ismi olmayan şey, ismini söylemek gerekmeyen şey… İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda toplam nüfusun yüzde 4’ü yeryüzünden silindiğinde; 40 milyondan fazlası sivil olmak üzere 65 milyondan fazla insan hayatını kaybettiğinde dünya tıpkı bugün olduğu gibi dönüyordu. Hiroşima’nın ‘büyümeyen ölü çocukları’ndan geriye hiçbir iz kalmamıştı belki ama güneş yine de doğudan doğuyor ve batıdan batıyordu. Kana susamış politikaların ve sivri ideolojilerin gölgesi bütün dünyanın üzerindeydi; herkes korkmuştu ama kimse ders almamıştı. Belki de Pavese’nin sorduğu soruyu sormanın tam zamanıydı: “Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?” Alain Resnais’nin, Adolf Hitler’in Polonya istilasından 16; son atom bombasının Japonya’ya düşmesinden 10 sene sonra çektiği belgeseli, hiçbir zaman cevabını alamayacağımız sorular sormak yerine, sorusunu dahi sormak istemeyeceğimiz cevaplar vermenin peşinde. ‘Gece ve Sis’, Mauthausen-Gusen toplama kampı kurtulanlarından biri olan Jean Cayrol’un yardımcı kalemiyle yazılmış, ziyadesiyle soğukkanlı, ürkütücü, rahatsız edici ve kan donduran bir belgesel. 32 dakikalık kısacık süresi boyunca artık neredeyse ‘yabancılaştığımız’ bu toplama kamplarında ‘tam olarak’ nelerin yaşandığını hesapsızca ortaya koyarken arı kovanına çomak sokmaktan sakınmıyor ve belki de tarihin en sert başyapıtlarından biri olarak anılmayı hak ediyor.

Fransız Yeni Dalgası’nın en mühim yönetmenlerinden biri olan Alain Resnais’nin ‘Gece ve Sis’deki en büyük motivasyonu faşizmin bizatihi kurbanlarından biri olan Jean Cayrol’un projedeki varlığı kuşkusuz. Hatta Resnais, Cayrol bu projeye dahil olmazsa belgeseli yapmayacağını bile söylemiş. Tarih itibariyle artık ‘mecburen’ dışarıdan ve belgeler ışığında algılanabilen döneme içeriden ve gözlemler ışığında bir bakış atan ‘Gece ve Sis’ bir ‘proje’ olmaktan çok bir ‘belge’ olma amacı güdüyor.

Resnais ve Cayrol ikilisi ifadeleri ve gerçekleri hiçbir şekilde bir ‘anlayış’ süzgecinden geçirmeden, olduğu gibi sunmanın derdindeler… Tam olarak bu sebeple belgeselin ilk cümlelerindeki retorik, toplama kamplarının adı duyulur duyulmaz bir bıçak gibi kesiliyor. Birkaç sene önce asla temizleyemeyecekmiş gibi görünen bu kanlı toprakların üzerinde artık bir kamera bir ziyaretçi olarak geziyor. Uzaktan bakılınca terk edilmiş gibi görünen; ancak geçmişin hayaletleri tarafından sıklıkla ziyaret edilen bu ‘fonksiyonel’ merkezler on yıl sonra bile heybetleriyle canlı ve cansızları dışlamaya devam ediyorlar. Resnais belgeselinde yapım tarihi olan 1955’den anlatmaya koyulurken ‘aniden’ savaşın öncesine atlıyor ve terör psikolojisinin hücrelerinde birer birer gezinmeye koyuluyor.

Resnais ve Cayrol, belgeselin bağlamını ‘Yahudi Soykırımı’ ile sınırlı tutmamak ve yaşanmış bütün soykırımlara referanslar içermek adına ‘Yahudi’ kelimesi yerine ‘sürgün/exile’ kelimesini kullanıyorlar. Yani, belgeselin muhtevasında, belgeselde gösterilen Alman şiddetinin civarında gizlenmiş olarak Fransa’nın Cezayir’i istila etmesi ve pek çok diğer vahşet eylemi de var. Sözün özü, Gece ve Sis, zamanının çok ötesinde olduğunu, ‘zamandan’ ve mekandan ziyade ‘‘eylem’i umursadığını her haliyle belli ediyor; kıyamete dair ‘ucu açık’ bir belgesel olmanın bütün zorluklarını bertaraf ediyor. Bir başka deyişle, Francois Truffaut’nun bu belgeseli tüm zamanların en iyi filmi olarak göstermesinin  sağlam bir sebebi var.

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis----
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis—-

Gece ve Sis Filmi bağlamında Holokost (Soykırım) ve Psikopatolojiler

İnsanın doğru bir yolda ilerleyip ilerlemediğini arada sırada kontrol etmesi gerekiyor. Tarih geçmişte yaşanan bir süreç değil, aksine sürdürmekte olduğumuz yaşamımız onun bir parçası. Tarih içinde olduğumuz bir süreç ve ‘muktedirlerin’ varoluş tarihinde her şeyin yapılabilir olması mutluluk değil kaygı da getiriyor. ‘Homo sacer’, yaşayan ölü, ‘mültecinin olumsuzu’, simgesel düzenin karşısı, ‘barakalarda yaşayan’, gerçek düzenin çağrıcısı! Artık sınırların olmadığı bir ‘modern’ dünya üzerinde yaşamaktayız. Herkes herkesin sınırında! Tutulmamış yaslarla. Tutulamayan yaslarla. Uzamış yaslarla. Ertelenen yaslarla. Unutulan yaslarla. Yas tutma hastalıklarımızla. İçimizde yaşattığımız düşünce, obje imajları, self ile başbaşayız. İşte buradayız. Tam buradayız. Gelecek zamanın geçmişinde. Holokost”un gölgesinde!

Büyük ekonomik buhran sonrası II. Dünya Savaşı öncesi kıta Avrupası’nda toplumsal yıkıcı saldırganlık davranışları ortaya çıkmıştır. Hayali düşmanlar aranmış ve toplumun huzurunu bozan ötekilere karşı acımasız, yok etme amaçlı, süreğen ama çoğunluk tarafından dolaylı kabul edilen sistematik şiddet uygulanmıştır. İlk uygulamalar sakat genlere yönelik eugenik temizlik şeklindeydi. Bireyler sakat olmadıklarını ispatlarlarsa bu yıkımdan kolayca kurtulabiliyorlardı. Temizlik harekatı politik ve etnik karakter kazandıkça genel toplumda etkileri ve dehşeti arttı. Böylesi bir kıyımda en ilk kaygı kıyımdan zarar görmemekti. Bu da ötekileştirilen ile ayrımı kabul etmek ve şiddeti bir şekilde onaylamaklaydı.. III. Reich’ta komşusu Yahudi ya da komünist bir sade vatandaşın kendisini kurtarması ve farkını fark edilebilir şekilde sunması gerekiyordu.

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis-------
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis——-

İnsan eli ile yapılan kitlesel travmalar açısından en önemlileri toplama kampları, gettolar, işgal bölgeleri deneyimleridir. II. Dünya savaşı sonrasında Nazi toplama kamplarından sağ kurtulanlar üzerinde yaptığı çalışmalardan yola çıkılarak Bruno Bettelheim ‘travmanın hiperbolik aşkınlığı’ kavramını öne sürmüştür (1). Bettelheim travmatik olayın kendi sosyopolitik bağlamında vuku bulması gerçekliğine vurgu yaparak sözkonusu olayın niteliğine odaklanır ve travmatik olayın politik bir nedensellik taşımasının birey üzerindeki yıkıcı etkileri pekiştirdiğini ileri sürer. Travmatik olay burada hayatı tehdit edici duyumlar üretmeye yarayan süreğen, acı verici olaylar dizisi olarak tanımlanır. İnsanların günlük imha edilişleri toplumun tüm bireyleri için yaşamı tehdit ederek uç bir varlık senaryosu anlamına gelen bir sınır durum(limit situation)a yol açar. Bu da adeta zamanın ve uzamın farklı bir boyutta ele alınmasına neden olur. Bu sınır durum çerçevesinde mahkumiyetin geçici olduğu varsayılan doğası katı geçim şartlarının zorlamasıyla daraltılarak ciddi biçimde çarpıtılmıştır. Duygu yoksunluğu ve zamanın muktedir tarafından manipüle edilmesi öznenin zamanla ilişkisini muğlak ve destrüktif bir hale getirir. Sınır durumun devam etmesi bireyin tüm psişik bariyerlerini yıkar ki Bettelheim bunu ‘state of extreme retraumatization’ olarak adlandırır (1). Özellikle yenilgili kabullenme ve olağan tepkileri de yitirme öğrenilmiş çaresizliği göstermektedir. Bu öğrenme modeli en iyi Porsolt Yüzme testinde gözlenmektedir. İçi 25cm’ye su dolu bir tanka atılan sıçan kurtulmak için çabalar. Suya dalar ve tankın sınırlarını bulmaya çalışır, zıplar, defalarca bu işi yapar. Tank sıçanın zıplayıp atlayamayacağı kadar yüksektir ve suyun yüksekliği sıçanın ancak kuyruğu ve ayak uçları üzerinde kalabilmesine izin verir. İkinci gün suya tekrar atılan sıçan bu kez fazla çabalamaz. Tankın aynı yer oludunu fark edince ve asıl önemlisi çaresizliğini hatırlayınca enerjisini tüketmek yerine ayak uçlarında kalmaya çalışır. Durumu kabullenir. Depresyon modeli olarak da tanımlanan bu test bir emosyonel öğrenme biçimidir ki travmatik yaşantılar sonrası emosyonel bellek sürecini de oldukça iyi açıklar (2).

Keilson ise Nazi işgallerinden yola çıkarak sekansiyel travmatizasyon kavramını öne sürmüştür (3). Sistematik vahşet uygulamalarının değişen özgünlüklerini de göz önüne alan Keilson üç travmatik sekans tanımlar. Birincisi ülke üzerindeki militer invazyonun etkisidir; ikincisi tahakküm süresi boyunca öldürme, işkence, sürgün ve ailelerin yok edilmesi,vs.; üçüncüsü ise savaşın psikososyal sonuçlarıdır. Populasyonu her bir evrede etkileyen psikopatojenik durumu tanımlamak için ‘ekstrem travmatik durum’ kavramına başvurur. Travma devam eden bir süreç olarak ekstrem yoğunlukta gelişir. Bu koşullar altında psikiyatrik bozukluklar kronikleşmeye, travmanın etkileri ise nesiller arası geçiş ile kalıcılaşmaya yol açabilir (3). Travmatik deneyimin yıllarca devam etmesinin spontan vicdan ve kolektif bilinçdışını da içeren bir dizi ruhsal mekanizma yoluyla yeni nesillere aktarıldığı ve öteki olana şiddet kültürünü beslediği öne sürülebilir.

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis--------
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis——–

Bir diğer deneyim Baltık bölgelerindeki Yahudi kıyımlarında kullanılan yöre halkının öldürme işini sıradan fabrika işi gibi algılama durumudur. Sıradan insanın sınırsız şiddet uygulaması ve bunu olağan bir iş gibi görmesi mağdurlar için etkilenmeyi artırmıştır.

Martin Baro El Salvador deneyiminden yola çıkarak travmanın, toplumun özellikle sosyoekonomik formasyonu dolayısıyla farklılaşan sosyal ilişkilerin temel rol aldığı sosyal-tarihsel bir olgu olarak kategorize edilmesi gerektiğini belirtir (4). Bireyin tüm öznelliğini göz önüne alarak travmatik olayın ancak kolektif travma düzeyinde tam bir açıklamasını bulabileceğini iddia eder. Öncelikle burada tahakküm ve sosyal imha, sosyal kontrol yöntem ve tekniklerini de içeren, spesifik bir toplum modeli oluşturma amacından köken alır. İkincisi verdiği harsalar bireysel zihni aştığı ve psikosoyal boyutlarda gerçek etkilerini gösterdiği zaman anlaşılabilecek bir süreç söz konusudur. Bireyler vahşetin getirdiği dramı, asosyal varlıklar olmadıklarından, Gruplar veya kolektiviteler içerisinde etkileşim köprüleri yoluyla birbirlerine aktarırlar Her özne travmatik deneyimini kendine has bir biçimde fakat sosyal olarak kendi bağlamında(aile, birlik, sosyal organizasyon, politik parti vs.) açığa çıkarır (5).

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis------
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis——

İyileşme

Sistematik siyasi şiddetin kötü etkileri sonucunda bütün toplumlar, tıpkı tek tek bireyler gibi uyuşukluk, sessizlik ve yeniden yaşantılama döngüsüne yakalanıp, TSSB belirtileri sergileyebilirler.

Herman travmanın iyileşmesi için üç evrenin şart olduğunu belirtir: güvenliğin tesis edilmesi, hatırlama ve yas, olağan hayatla yeniden bağ kurma. Düz bir seyir çizgisini her zaman takip etmesi gerekmeyen bu evrelerin sadece bireysel boyutlarda değil travmatize olmuş toplumların da iyileşmesinde görülebileceğine vurgu yapar. Kurbanlar, failler ve seyirci kalanlar arasındaki klasik çatışmaların hepsi bu yeniden barış yapma ve barışı koruma çabalarında tekrar ortaya çıkar. (6)

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis--
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis–

Sınır Çizgilerinin Ötesinde: İyileşmeye Etkiler Aktif Hatırlamanın İyileşmedeki Rolü Soykırımdan hayatta kalanlar üzerine yapılan çalışmalar, travma sonrası stres sendromu benzeri karakterize edilebilen psikolojik ve fiziksel belirtileri belgelerler (örneğin, Arens, 1982; Beiser, 1991; Bergmann ve Jucovy, 1982; Epstein, 1979; Gutman, 1993; Morris, 1972; Nabokov, 1991; Niederland, 1988; Sigal ve Weinfeld, 1989; Welaratna, 1993). Genellikle hayatta kalanlara uygulanan terapotik (tedaviye yönelik çev.) model bu kişilerin deneyimlerini dile getirmeleri ve duygularını açığa çıkarmaları için teşvik eder. Bu model hayatta kalanların suç işleyenlere karşı kızgınlıklarını daha işlevsel olarak dile getirmeleri ve daha önceki dile getirilmesi imkansız dehşetlere daha üstesinden gelinebilir bir biçim vermeleri için teşvik ederek, suçluluk duygularını hafifletmeyi hedefler. Yahudi hayatta kalanları üzerine olan çalışmalar, aktif hatırlamanın ölümü onurlu bir hale getirdiğinden, pozitif olarak algılanması gerektiğini vurgular (Bergmann, 1985). Şaşılmayacak şekilde, Soykırım inkarcılarının çabalarının hayatta kalanların iyileşmesini engellediğine inanılır (Lipstadt, 1993). İyileşme için gerekli bir koşul olarak aktif hatırlama, siyahların ve eşcinsellerin Nazilerce yok edilmesi örneklerinde olduğu gibi “gizli Soykırım” üzerine çalışan araştırmacılar tarafından da savunulmaktadır (Kesting, 1992; Lautmann, 1981). Aktif hatırlamanın aynı zamanda gruplar arasında misilleme vahşeti döngüsünü durdurmanın önkoşulu olduğuna inanılır. Eğer hatıra göz önünde bulundurulmazsa, yaraların bir kuşaktan diğer kuşağa iltihaplanması şeklinde iletileceği öne sürülmektedir. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’nda, Hırvatlar ve Sırplar arasındaki çatışmada tarihin kullanımı ve aktif hatırlamanın engellenmesinin eski Yugoslavya’daki krizin hala sürekliliğine katkıda bulunduğuna inanılmaktadır (Drakulic, 1993). Dehşeti durdurmak için, bir çocuk psikologu şunu öne sürmektedir: Bu kez, hayır, unutmaya izin vermemeliyiz, sessizliği tolere etmemeliyiz. Çocuklarımız için, bu döngüyü kırmanın tek mümkün yolu, herşey hakkında konuşmaktır, onlara ne olduğunu dile getirmektir. (Hasimbegovic, Koring, 1994:A8’de alıntıdır.) Hatırlamanın iyileşmedeki rolü üzerine oldukça farklı bir görüş, iyileşmeye evrensel bir yaklaşımın sınırlılığını temsil eder bir biçimde, Creeler, Ojibwayler, ve İnuitler(Eskimolar çev.) arasında görülmektedir. Bu toplumların ahlak anlayışları potansiyel olarak kızgınlık ve keder gibi zayıflatan duyguların gösterilmemesi gerektiği prensibini içerir (Briggs, 1970; Briggs, 1975; Colwell, 1989; Ross 1992). Bu prensibe göre, bir çocuğun ölümü, bütün anılarının yok edilmesine ve adının anılmasından kaçınılmasına yol açabilir (Ross, 1992). İyileşme, bu durumda, aktif olarak unutma ve kızgınlığı bastırmayla eşittir. Ojibwayler ve Creeler arasında, bu prensip diğer birçok temel inanışlarla bağlantılıdır. bazı örnek inanışlar şöyle sıralanabilir: kızgınlık ruhani kirlenme ile bağlantılıdır; harekete geçmenin aksine, sevinç ve kedere karşı kayıtsızlık, ruhların olayları kontrolü üzerine en uygun karşılık vermedir; ve keder ve kızgınlığa karşı “kendini hoşgörüme” ifadeleri diğer grup üyelerine sorumluluk verecektir (Ross, 1992). Benzer şekilde, yaşlı bir Cree’nin merhamet geliştirmek üzerine olan sözü, diğer öğütlerin yanısıra, “kötü duyguları barındırmamak için, kişinin sürekli olarak kızgın bir durumda olmaması gerektiğini” vurgular.

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis---
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis—

İnsan evladı buraya girersen tüm umutlarını dışarıda bırak!

Tüm özneler gelişimleri ve yaşamları süresince nesnenin yokluğu ve yitimiyle ilgili sorunsallarla, yani ruhsallığın içinde bu nesnelerin tasarımlarının sürekliliği ile karşı karşıya kalırlar. Narsisistik ve nesnel yatırımlar oluştururlar. Bağ sistemleri geliştirirler. Ve tüm bu diyalektik, iç ve dış arasında, nesne ve özne arasında ara bir alana kaydolmaya başlar. Deneyim, işte bu ara bölgede nesne ilişkilerinden nesne kullanımına geçişin olduğu yerdedir. Holokost sanki bu alanda bir kırılmanın da adı gibi duruyor! Binlerce Yahudinin bir günde katledildiği yerde, Holokost deneyimin kuruyup büzüşmesidir belki de! ‘Gözümüzdeki kıymık en iyi büyüteçtir’ ve anıların canlandırılması, belleğin kurulması sancılı bir süreç. Çaresizlik, yetersizlik, dehşet, güçsüzlük, sahtelik duygusu anlamsız kalır kristal bir gecede ve yıkıcılığın aldığı hız onu nereye sürüklerse, geçmiş belaların bir eşini orada üretir. Normallik ölümdür! Ve ondan hep söz et ama hiç düşünme der bellek, düşünme! Çünkü normallik ölümdür! (Adorno) Holokost’un gölgesi; insan soyuna dair tüm öykülerin başladığı bir yer gibi, boşlukta asılı duran ve sahibinin temasına ihtiyaç duyan/muhtaç bir başlangıç hareketi gibi, kanayan ve/veya kabuk bağlayan y-aralarımızın kendimize dair ne varsa bizi sürüklediği bir karanlıktan ışığa ulaşma pratiğidir belki de!

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis--------
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis——–

Bellek ödevi

Tarih neye yarar? Holokost/Shoah/Çurben tarihi neye yarar? Tarihten ders çıkarılabilir mi? Kitle kıyımlarının, zincirleme cinayetlerin incelenmesi neye yarar? Geçmiş, şimdiki zamanı bilgilendirmeye ve anlaşılır kılmaya yeter mi? Barbarlığın geri dönüşünü önlemeye yarar mı? Tarihin dersleri, geçmişin yeniden başladığı, dün olanın yarın olacağı şeklinde olmayabilir. Michel de Certeau, tarih yapmanın ölülere ziyarete gitmek olduğunu, bu ziyaretten sonra ölülerin kendi mezarlarına daha az üzgün dönmelerinin amaçlandığını söyler. Tarihçinin söylemi ölüleri uğurlar, onları gömer. Bu söylem onları yerlerine yerleştirir. Onları birbirinden ayırır. Eksik kalmış bir ritüelle onları şereflendirir. Onlar için ağlar. Çatışma, hayata dair bir şeydir. Bellek çatışmaları, bellek için mücadeleler, tarihi canlı tutar. Üzerinde uzlaşılmış bir bellek, sonsuza dek değişmeyecek şekilde saptanmış tek bir ritüel, kuşkusuz ki Auschwitz üzerine sorgulamaların ölümü anlamına gelecektir. Auschwitz ve özellikle Birkenau kime aittir? Mezar olduğu kişilere mi yoksa uzmanlara mı? Auschwitz art arda gelen iki tarihin mekanıdır: II. Dünya Savaşı sırasında tüm Avrupa’dan gelen erkek, kadın ve çocukların kapatıldığı ve öldürüldüğü yerin tarihi ve bir anma yerinin tarihi. 60 yıldan fazladır Auschwitz’te yapılmış anmalar, Auschwitz’in anısının niçin korunmak istendiğine bağlı olarak, göçün ifadesi olmuş çeşitli ritüellerin parçasıdır. Auschwitz, Maximilien Kolbe’ye gösterilen hala çok güçlü bağın kanıtlayabileceği gibi, sofu Katolik Polonya’nın, Milletlerin İsa’sı Polonya’nın şehitliği midir? Auschwitz, ‘’antifaşizm’’in kutlandığı yer midir, enternasyonal hareketin yeri midir, Cyrankiewicz’in on yıllar boyunca temsil ettiği Polonya Halk Cumhuriyeti’nin ‘’sosyalist kampı’’mıdır? Avrupa Yahudileri’nin yok edildiği yer midir?

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis----------
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis———-

Tarihin çukurunda herkese yer vardır!

Tarihin tekrar yazılmasına ihtiyacı yoktur, zira Holocaust tarihi çoktan yazılmıştır, çoktan!…

II. paylaşım savaşı sırası, sonrası ve son yıllardaki gelişmeler sonucunda çok hızlı bir tempoyla gelişen eleştirel insan aklı, salt mekanik düşünme biçimlerine indirgenmiş; kültür, kültür endüstrileri üzerinden kitle kültürüne dönüşmüş, insancıl ilişkiler-duygular, çıkarcı ekonomik ilişkilerin egemenliği altına girmişlerdir…III.Reich’a giden süreci anlamak için yapılan otoriteryan karakter çalışmalarının kuramsal temelini ‘bir insanın içinde yaşadığı toplumun politik, ekonomik ve inanç sistemlerinin bütünü, o insanın kişiliğini-zihniyetini belirler…’ görüşü oluşturur.

Ortaya çıkan otoriteryan karakteri, Horkheimer şöyle tanımlar: ‘’uzlaşımsal değerlere kör bir bağlanma ya da teslimiyet; otorite karşısında kör bir itaat ve yanı sıra, muhaliflere ve grubun dışındakilere karşı kör bir nefret ve husumet; kendi içindeki duyguların ve düşüncelerin ne olduğunu yoklamadan kaçınmak; katı stereotipleşmiş bir düşünce tarzı; insanüstü varlıklara inanma ve bel bağlama eğilimi; insan doğasının yarı ahlakçı ve yarı alaycı bir tutumla horlanıp bastırılması; kendi içindekini dıştaki nesnelere yansıtma’.

Jenosid nedir?

Jenosid kavramı, ilk kez Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından 1943 yılında, Yahudi halkına yönelik Holocaust uygulamasının, daha önce yaşanmış katliam, pogrom ve benzeri kitlesel imha, yok etme edimlerinden farklılığını sergilemek amacıyla oluşturulmuş, ve ilk kez yine Lemkin’in 1944 yılında basılan “İşgal Altındaki Avrupa’da Mihver Devletleri Yönetimi” adlı kitabında kullanılmıştır. (Polonyalı Yahudi bir ailenin çocuğu olan Lemkin, Lwow Üniversitesindeki yüksek eğitimine dilbilim alanında başlamışken, ilginç bir biçimde, 1921’de Berlin’de Talat Paşa’nın öldürülmesi ile ilgili davadan etkilenerek, Hukuk eğitimine başlamış.) Kavram, Yunanca genos (ırk veya aşiret, kabile) sözcüğüyle Latince cide (öldürmek), birleştirilmesinden oluşmuştur. Bugün uluslararası hukuk çerçevesinde “Soykırım” kavramı ise, 1948 tarihli “BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” ile tanımlanmıştır. Bugüne kadar 135 ülke tarafından onaylanan Sözleşmenin 2. maddesine göre; Soykırım; ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle:

  • (a) grup üyelerinin öldürülmesi,
  • (b) grup üyelerinin fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi,
  • (c) grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması,
  • (d) grup içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması,
  • (e) bir grup çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi eylemlerinden herhangi birine başvurulmasını kapsamı içine alır. (United Nations, 1966). Kuper (1981; 31)
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis-----------
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis———–

SHOAH-HOLOCAUST-ÇURBEN

‘’Hostis humani generis’’

1960 Aralık’ında İsrail, Nazi Almanya’sının sorumlu isimlerinden Adolf Eichmann’ı yakalayıp, mahkeme önüne çıkarmaya hazırlandığında, ’’hostis humani generis’’in, yani ‘insan soyunun bir düşmanı’nın yakalandığını duyuruyordu. İnsanlığa karşı işlenen suçlardan, bireyin insan olma hakkının bütün meşru düzenlerin ve yasaların üstünde ve öncelikli olarak korunması gereken bir hak olduğu sonucu çıkıyordu. ‘’Hostis humani generis’’ Alman faşizmini yargılayan Nurnberg Mahkemesi’nin oluşmasına dayanmaktaydı. Batı, Holocaust ile Avrupa modernizminin barbarlığa dönüştüğünü görmüş ve – her ne kadar kendi tarihi ile tam olarak yüzleşmese de – jenosid ve insanlığa karşı islenen suçlar tanımını uluslararası hukuk terminolojisi içine almıştı. Bu çerçevede ‘’Uluslararası Askeri Mahkeme Statüsü’nün (Nurnberg 1947) 6 c maddesine şu tanım yerleştirilmişti: İnsanlığa karşı suç tanımı, hükümet üyelerine, iktidar yetkisi olan memurlara veya başka yetkililere, savaş öncesinde veya esnasında herhangi bir sivil halka karşı katliama, yok etmeye, zorunlu göçe veya diğer insanlık dışı muamelelere tabi tutmaya kalkışmayı, siyasî,ırki veya dini nedenlerden dolayı koğuşturmaları […] bu yapılanların ilgili ülke hukukuna aykırı olup olmamasından bağımsız olarak, yasaklar.’’

Öteki, Ahlaki Sorumluluk, Komşuluk

Öteki olmak, diğeri olmak, komşu olmak, ait olmak… Neredeyim? Nereye aidim? (sınırların bu yıkıcı yokluğu, şeklini yitirmiş olmanın boşluğu ve geri dönüşlerin yarattığı sızı, Holocaust’un gölgesi!) Öteki, dışlanan biri olmadığı gibi yan yana olunan, birlikte durulan olmaktan öte bir kişi; öteki onun için sorumluluk duyulandır. Ve bu ahlaki sorumluluk, çıkar gözetmeyen, dürtüsü ceza korkusu olmayan ya da kazanç hesabı gütmeyen” bir sorumluluktur.  Nazi kurbanlarının en aktif ve kararlı kurtarıcılarından biri olan Wladyslaw Bartoszewski’nin şu sözleri sorumluluğun sınırlarını açıklar:  Sadece yardım etmeye çalışırken ölenler yeterince çaba gösterdiklerini söyleyebilirler.

‘İnsani ilişkiler, öteki kişinin refahı ve iyiliği için duyulan bir sorumluluk temelinde yürütüldüğü oranda ahlakidir.’ Nazilerin suçlarını açık ve aleni olarak işlemeleri aleniliğin ahlaklılıkla denk düşmediği bir durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. İnsanlığın gördüğü en büyük kötülüklerden birisinin bu denli aleniliği Arendt’e “Kötülüğün bayağılığı” deyimini kullandırtmıştır. Mahkemelerin, Führer’in sözlerinin kanun kuvvetinde olduğunu” ilan ettiği Nazi Almanya’sında Eichmann Yahudilerin ölümüne yardım ettiğinde ne “suçlu” ne de “kanun dışı” oluyordu. Kötü ve kötülük toplumsal olarak bayağılaşmış, normalleşmişti. Naziler son çözüme gelmeden önce, ilk olarak halk tarafından Yahudilerin aralarında yabancı olarak görülmesini, sonra da Alman şehirlerinden sürülmelerini sağlamışlardı. Ancak ondan sonra Yahudilerin bir zamanlar kendi komşuları olan insanlar tarafından katli gerçekleşmişti. Kötülük toplumsal bir “gerçek” olmaya başlamış, bilinen kıstaslara göre “ahlakileşmiş” ve bunun neticesi olarak da bayağılaşmış, normalleşmişti.

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis------------
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis————

Auschwitz! / Arbeit Macht Frei! / Birkenau!

Polonya sınırında var bir cehennem/korkunç bir şarkının ıslığı, esintisi adı /Auschwitz! Auschwitz! Ey kanlı heceler/ işkenceyle yaşanır, işkenceyle ölünür burada. (François la Colére-Aragon) Auschwitz öncelikle bir sınır şehrinin, Yukarı Silezya’nın maden bölgesindeki uç şehirlerden birinin adıdır. 1270 yılında Almanlar tarafından kurulan şehir, 1457 sonrası Polonyalılara geçmiş ve adı Oswiecim olmuş, ardından 1772’de Avusturyalıların eline geçmiş ve ardından Galiçya’ya ait olmuştur. Auschwitz, işkenceyle ölünen bir toplama kampıydı. Altı milyona yakın Yahudi katledildi ki bunun bir milyondan fazlası Auschwitz’dedir. Sevgilim Hiroshima’daki Alain Resnais ile Margarita Duras’ın diyaloğu gibi: Hiroshima’da bir şey görmedin sen! Neyin görülmesi gerektiği bilinmezse, Auschwitz-Birkenau’da görecek bir şey yoktur… Hayatta kalanlar’ın varlığı ve öyküsü aracılık etmiyorsa hissedecek bir şey yoktur. Auschwitz tarihçiler için açık bir yara gibidir. Auschwitz dünyanın en büyük mezarlığıdır. Ezici çoğunluğu Yahudi ve ayrıca Çingeneler, Polonyalılar, Alman siyasileri ve adli suçluları, Yehova Şahitleri, Sovyet savaş mahkumları vardır. Auschwitz, Nazi rejiminin kriminalliğini tek bir yer ve adda özetlemektedir. Almanlar Auschwitz kampında dört milyondan fazla Sovyet, Polonyalı, Fransız, Romen, Macar ve diğer ülke yurttaşlarını kurşuna dizerek, aç bırakarak, gaz odalarında ve canavarca işkencelerle yok etmişlerdir (kampın ilk komutanı SS Obersturbannfüher Rudolp Höss’e göre iki buçuk milyon) Primo Levi’ye göre Höss’ün 1959 yılında yayınlanan ifade ve itirafları bugüne dek yayımlanmış en öğretici kitaplardan biridir.. Toplama kampı sisteminde büyük Alman firmalarının rolü önemlidir. Toplama kampı deyimi, 19.yy.dan 20.yy.a geçerken Kübalıların ve Boerlerin özgürlük savaşıyla birlikte ortaya çıkar. Küba’da İspanyollar 1896 yılında isyancıları kapatmak için yeniden-toplama merkezi kurarlar. Güney Afrika’da 1901 yılında, Boerler ile Britanyalılar arasındaki çatışmanın başlamasından 2 yıl sonra, Britanyalılar sivil halkı toplamak ve kontrol etmek için çok büyük kamplar açarlar. Savaş döneminde ya da politik kargaşa döneminde, şüphelilerin, yabancıların, düşman milletten olanların, asker ya da polis savaş yetkililerinin gözetimi altında bir arada tuttuğu yerdir toplama kampı. I.Dünya Savaşı’ndaki tevkif kamplarının durumu budur.

Konzentrationslagern ya da KL denen Nazi Toplama Kamplarının yapısı tamamen farklıdır. Başlangıçta SA’nın sadizminin ve kabalığının etkisinde olan KL, siyasi gerekçelerle tutuklanan kişilerin toplandığı yerdir. Belirgin olan şey keyfiyettir. Hapis süresi kadere daha doğrusu tesadüfe kalmıştır burada. Kampa sürülmüş insanlar vardır KL’da. Daha sonra ShutzStaffel denen SS muhafız birliği egemenliği devralmış ve kendi KL anlayışını egemen kılmıştır. 1939’a kadar Theodor Eicke toplama kampları müfettişi olur. Pürüzsüz işleyecek bir sistem hakimdir kamplarda. Çeşitli Alman işletmelerine köle el emeği sağlayacak bir yerdir KL. Kamp amaçlı özel bir bölge yaratılmıştır KL’da. Gerçek bir şehir planı gibi, daha önce göçmenler için planlanmış olduğu gibidir. Primo Levi’nin ‘Bunlar da mı insan?’ kitabında belirttiği gibi: ‘’giysilerimizi, ayakkabılarımızı, hatta saçlarımızı bile aldılar…Adımıza varana dek bizi yok edecekler.’’ Şu da eklenebilir: ölümümüze varana dek, cesetlerimizden arta kalana dek. KL’da bulunan kişi için krematoryum, ölümün süreğen maddiliğidir; duman ve koku aracılığıyla yaşamın geçiciliğinin sürekli hatırlatılmasıdır. Krematoryum toplama kamplarının temel sembolü olmuştur. Tüm anlatılar bundan söz eder: ‘Bacadan çıkıyoruz…’

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis-------------
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis————-

Oradayız! Kuşkunuz varsa, vicdanınıza başvurun!

Kamp sürgünlerinin sesi, sınır işaretleri, okunamaz haldeki bir uzamın boşluğuna bırakılmış yamalardır. Nihai çözüm 1939 yılında metinlerde ortaya çıkar. 1941 yazında Führer, Yahudi sorununa Nihai Çözüm getirme emrini verir. Yahudilerden kurtulma, Reich’ı Judenfrei kılma takıntısıdır bu emir. Nihai Çözüm içeriği savaş süresince değişir. Önce Yahudi sürgünü düşünülür. Sonra özel bölgelere yerleştirme, sonra gettolara kapatılır Einsatzgruppen denilen seyyar cinayet ekipleri kurulur ve yüz binlerce kadın, erkek, çocuğu açıkta kurşuna dizilir. 1941 Sonbaharında imha merkezleri yapılır. İlk olarak Belzec ve Chelmo yapılır ve gazla öldürme uygulanır. 20 Ocak 1942 de Berlin’de 15 yetkili Wannsee Konferansı ile Nihai Çözüm kararı alırlar. İşe yaramayanlar öldürülecek, diğerleri ise ölene dek çalıştırılacaklardır. 1942 Şubat ayında ilk öldürülme Slovak Yahudilere uygulanır. Dr.lar tarafından karar verilerek yapılır bu! 1943 yılında Auschwitz-Birkenau, Yahudilerin imha merkezi olarak gerçek boyutuna ulaşır. Mayıs 1943’te Dr.Mengele Auschwitz’e gelir. 22, 29 ve 31 numaralı barakalarda ikizler üzerine çalışır. Mayıs 1944 ten sonra Macar 30 bin kadın B3 bölümü’ne kapatılır ki buraya Meksika denilir. B2e bölgesi Çingeneler kampıdır. Hastalar ve çocuklar bu bölgededirler. ‘Aile kampı’ denilen özel kamp B2b, (Eylül 1943’te yapılır) on bine yakın Yahudi kadın mahkum getirilir.

Bu gemi batarsa hepimiz batarız!

Bauman’ın özlü bir şekilde, insani ilişkiler, öteki kişinin refahı ve iyiliği için duyulan bir sorumluluk temelinde yürütüldüğü oranda ahlakidir… Ahlakın kurucu edimi, öteki için (sınırsız) sorumluluktur ifadesiyle yaptığı girizgahın bir oya gibi işlenebileceği başka bir toplumsallık ve birey kavrayışından söz edilebilir. Ne imam ne de öğretmenin öğrettikleridir dile getirilen; esas olarak dillendirilmeyen taleplerdir (Logstrup). Dillendirilmemişlik durumunda, kişi  herhangi bir buyruk olmadan, kendiliğinden hareket etmekte ve benliği toplumsal olarak çizilmiş olan formlarını aşmaktadır (E. Levinas). Nazi Almanya’sında yaşananlar kişilerin toplumsal olarak çizilmiş olan formlarını aşmalarının önemi ve hayati gereğinin en acı örneği olarak insanlık tarihinde yerini almıştır. Nazilerin suçlarını açık ve aleni olarak işlemeleri aleniliğin ahlaklılıkla denk düşmediği bir durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük kötülüklerden birisinin bu denli aleniliği Arendt’e “Kötülüğün bayağılığı” deyimini kullandırtmıştır. Arendt’e göre, Eichmann davasındaki bu “şaşırtıcı durum”da “ahlaklılığı belirleyen her türlü geleneksel yaklaşıma göre Eichmann ahlaki hareket etmişti.

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis--------------
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis————–

Mahkemelerin, Führer’in sözlerinin kanun kuvvetinde olduğunu” ilan ettiği Nazi Almanya’sında Eichmann Yahudilerin ölümüne yardım ettiğinde ne “suçlu” ne de “kanun dışı” oluyordu. Kötü ve kötülük toplumsal olarak bayağılaşmış, normalleşmişti. Naziler son çözüme gelmeden önce, ilk olarak halk tarafından Yahudilerin aralarında yabancı olarak görülmesini, sonra da Alman şehirlerinden sürülmelerini sağlamışlardı. Ancak ondan sonra Yahudilerin bir zamanlar kendi komşuları olan insanlar tarafından katli gerçekleşmişti. Kötülük toplumsal (ciddi sayıda bir kesim için) bir “gerçek” olmaya başlamış, bilinen kıstaslara göre “ahlakileşmiş” ve bunun neticesi olarak da bayağılaşmış, normalleşmişti.

Hannah Arendt, bu çözümlemelerinden sonra sanıkların yasal suç işlediği duruşmalarda (Savaş sonrası Nazilerin yargılandığı mahkemeler), insanların, kendilerine yol gösteren tek şey, zaman zaman çevrelerindeki herkesin ortak fikri olarak  görmek zorunda oldukları yargıyla tamamen farklı olabilen kendi yargıları olduğunda bile doğruyu yanlıştan ayırabilmelerini talep etmekteyiz. Hala doğruyu yanlıştan ayırabilen birkaç kişi gerçekten de sadece kendi yargılarıyla hareket ettiler ve bunu serbestçe yaptılar… Her durum ortaya çıktığında karar vermeleri gerekiyordu çünkü benzeri görülmemiş olan için hiçbir kural yoktu. Büyük ölçüde örgütlü ve mekanize olmuş bir insanlığın bir gün oldukça demokratik bir biçimde- yani çoğunluğun kararıyla- bazı parçalarının yok edilmesinin bütün insanlığın iyiliğine olacağı sonucuna varma olasılığının dayandığı kişiler etik olarak doğru aile babaları-yasalara uyan vatandaşlar, dürüst tüccar, sadık koca ve özenli baba-dır ve bu uyarıyı Bauman da, Eichmann’in (soykırımda) takındığı nesneleştirici tavır etiğin (etik kodların) bir yenilgisi değil zaferidir, görüşü ile destekler ve ekler kuşkunuz varsa, vicdanınıza başvurun…

Tüm düşünce, acı ve mutluluğun somut kutupları arasında kuşatılmıştır.” – Rene Le Senne, “La decouverte de dieu” Birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüş gibiyiz. Yarılmış bir gerçekliğin içinde yaşıyoruz. Zamansal, mekansal, kültürel, duygusal, zihinsel ve sınıfsal bir yarılma söz konusu ettiğim. Birbirine değmeyen, birbirinin sınırında iki ayrı, uzlaşmaz gerçekliği ‘deneyimlemekteyim’ Auschwitz’de, köklerimin uzantısında, Holocaust’un gölgesinde! İkircikli miyim ne? Birbirine tercüme edilemez iki gerçekliği yaşıyorum: varsıllık ve yoksul(n)luk, merkez ve perifer, haz ve acı. Laing benliğin yarılmasından bahseder; deneyimi yarılmış olan bireyden. Deneyimi yarılmış bir evrende yaşıyoruz. Var olana uyum bu yarılmayı kabullenmeyi, içselleştirmeyi ve zihinsel olarak normalleştirmeyi gereksiniyor. Yoksa her an “farkında” olarak var olamıyor insan. Zihin aynen organizma gibi var olabilmek için uyum göstermek zorunda. Bu kabulleniş içine doğduğumuz ve içinde var olduğumuz bu “çılgınlığın” akılcılaştırılması süreci. Bu kabullenişe göre “Var olan aslolandır” ve tarihin sonunu müjdeleyecek kadar da trajiktir. Holocaust da bu trajediden başlıyor…

‘’İnsan komşusunu bir yere kapatarak, kendi aklının sağlıklı olduğunu kanıtlayamaz’’Dostoyevski

‘E. Levinas, etik üzerine çalışmalarının birinde şöyle bir saptamada bulunur: Tanrı Kabil’e kardeşi Habil’in nerede olduğunu sorduğunda Kabil’den şu öfkeli cevabı alır: ‘’Ben kardeşimin bekçisi miyim?’’ Levinas’a göre, her türlü ahlaksızlık, Kabil’in bu öfkeli cevabıyla başlamıştır. Çünkü bu cevap, ötekine karşı sorumlu olmamanın, dolayısıyla ötekini göz ardı etmenin bir sosyal ethos olarak yerleşmesine imkan tanımıştır. Bu açıdan, günümüz dünyasında ötekine ilgisiz kalma, temel bir etik meseledir ve bunun aşılması, ötekiyle ilgilenmek, bir ‘’ahlaksız” tutumu da ortadan kaldırmak olacaktır. Diğer yandan belirtmem gerekiyor ki, ötekinin yitimi yok oluşla birlikte kendiliğin yitimine de yol açabilir!
Freud’un deyimiyle yokluğun ‘deliği’ dayanılmaz bir ruhsal acıya neden olur. Yok olan ötekinin varlığını tasarımla yeniden nesneleştirmek ve bu narsisistik geri çekilmeyle yalnızlığı, ıssızlığı yaşamak düşer sonra payımıza.

Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis---------
Toplumsal Travma: Holokostun Gölgesinde Gece ve Sis———

Fransız Yeni Dalgası’nın en mühim yönetmenlerinden biri olan Alain Resnais’nin dökümanter bir film olarak ‘Gece ve Sis’deki çağrışımları bol kolektif travma ve hayatta kalanlar üzerinden sürdürdüğü ptsb, komplike yas ile belirgin psikopatolojilerin eşliğinde,
Yıldırım Türker ile bitirelim: ‘’Yolumuz çok uzun… O yüzden üniformalı erkeklere tapıyor, sıkıştığımızda onları çağırıyoruz. O yüzden yoksuluz, yoksunuz, mutsuzuz. O yüzden bütün katliamlara, bütün canavarlıklara suç ortağıyız. Kadınları sevmediğimiz için. Onları gerektiğinde saçlarından sürüklenecek baş belası yaratıklar olarak gördüğümüz için. Onun için hepimizin hayallerini süslüyor sahte üniformalar. Bize sınırsızlığın kapılarını aralayan o fantezi kostümleri…’’ Tanrı’nın Kabil’e sorduğu sorudan başka bir de öğüdü var: ‘’Komşunu kendin gibi sev! Ama bu öğüt şöyle bir soruyla karşılaşır: Komşum kim?.. Sahi sizin komşunuz kim?..

Kaynaklar

1. Bettelheım, B. To survive. Holocaust one generation later. Barcelona: Grijalbo. 1981
2. Porsolt RD, Anton G, Blavet N, Jalfre M. Behavioural despair in rats: a new model sensitive to antidepressant treatments. Eur J Pharmacol 1978 Feb 15;47(4):379-91.
3. Keilson H. Sequential Traumatization in Children. Jerusalem: The Magnes Press. The Hebrew University.1992
4. Martin B.. Social Psychology of War: Ignacio (Ed.).Trauma and Therapy. San Salvador:UCA Editores. 1990
5. Psychosocial Trauma, Post Traumatic Stress Disorder and Torture, Carlos Madariaga, CINTRAS, Chile, 2002 13. Ersoy T. Ulu Önder Şef Lider Kral Bir Fetişin Kökenleri. Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı. Özgür Üniversite. 2000
6. Sancar M. Bir Daha Asla Diyebilmek İçin’. Ekim 2005.Birikim Dergisi; sayı 198:27-42.
7. Herman J. Travma ve İyileşme.İstanbul, Literatür, 2007:312-316. 19.

Toplumsal Travma, Travma, Psikolojik Değerlendirme, Psikolog, Travma Terapi, Kadıköy.